«
  1. Anasayfa
  2. Gerçek Yaşam Hikayeleri
  3. KARDAN KIZ

KARDAN KIZ

narin cinayeti

KARDAN KIZ

Bir Gazetecinin Karanlıklar Defteri

Bu öykü gerçek olaylara dayalı olmakla birlikte, bazı ayrıntılar kurgulanmıştır. Amacı çocuklara yönelik şiddet ve toplumsal duyarsızlık konusunda farkındalık yaratmaktır.

BÖLÜM I: TAŞLARIN DİLİ

Diyarbakır’ın taşları konuşabilseydi, asırların ağırlığını taşıyan o sert kayalar dile gelseydi, belki de en çok çocukların gözyaşlarını anlatırdı. Kocaköy’e doğru ilerlerken arabanın penceresinden izlediğim manzara, yüreğimdeki sıkıntıyı daha da artırıyordu. Buraya gelirken yanımda getirdiğim şey sadece kalemim ve defterim değildi; içimde taşıdığım öfke ve anlama arzusu da benimleydi.

Yol boyunca zihnim, küçük Narin’in hikâyesine odaklanmıştı. Henüz sekiz yaşında bir çocuğun nasıl olup da kendi ailesi tarafından bu kadar acımasızca hayattan koparılabildiğini kavramak mümkün değildi. Gazeteci olmak, bazen insanın vicdanını paramparça eden hikâyelerle yüzleşmek demekti.

Köye vardığımda, beni bekleyen şey sessiz bir direniş oldu. Evlerin taş duvarları gibi insanların yüzleri de sertti. Köyün meydanındaki çay ocağında oturan yaşlılar, yabancı olduğumu anladıklarında bakışlarını kaçırdılar. Burada zaman farklı akıyordu. Güneş bile farklı vuruyordu taşlara.

“Hoş geldin bacım, kimi arıyorsun?” diye sordu çay ocağının sahibi.

“Narin Güran’ın ailesi hakkında bilgi toplamak için geldim.”

Adamın yüzündeki ifade aniden değişti. Gözlerindeki endişeyi görmemek mümkün değildi.

“Bacım, bak,” dedi fısıldayarak, “burada herkes birbirini tanır. Ama kimse kimsenin evinin içini bilmez. Öyle âdetimiz vardır.”

Defterime ilk notumu düştüm: “Bu köyde taşlar bile sır saklar.”

BÖLÜM II: GÜRANLAR’IN GÖLGESİ

Köy muhtarıyla görüşmek istedim önce. Küçük bir odada, duvarları soluk fotoğraflarla dolu bir yerde kabul etti beni. Muhtar Kemal, altmışlı yaşlarında, beyaz bıyıklı, otoritesinin sorgulanmasına alışkın olmayan bir adamdı.

“Güran ailesi bu topraklarda yüz yıldır var,” dedi çayından bir yudum alırken. “Salim Ağa, köyün en büyük arazilerinin sahibi. Burada bir yaprak kımıldasa, onun haberi olur.”

“Peki ya Narin?” diye sordum. “Nasıl bir çocuktu?”

Muhtar’ın bakışları masadaki eski bir fotoğrafa kaydı. “Çocuktu işte,” dedi sadece. “Bazı aileler vardır, kendi içlerinde kendi kurallarını yaşarlar.”

O gün öğrendim ki, Güran ailesinde son söz her zaman erkeklerindi. Narin’in babası iki yıl önce kalp krizinden ölmüş, ardından evin reisliğini amca Salim üstlenmişti. Anne Yüksel, kocasının ölümünden sonra iki çocuğuyla birlikte amcanın himayesine girmişti. Oğlu Enes, on altı yaşında olmasına rağmen, ev içindeki erkek otoritesini sürdürmeye çalışan, babasının yokluğunu sertliğiyle doldurmaya çabalayan bir gençti.

Köy öğretmeni Zehra Hanım, Narin hakkında konuşmaya ilk cesaret eden kişi oldu.

“Çok zeki bir çocuktu,” dedi gözleri dolarak. “Resim yapmayı çok severdi, hep uçan kuşlar çizerdi. Son zamanlarda okula gelmediği günler oluyordu. Sorduğumda ‘hastalandım öğretmenim’ derdi, ama gözlerindeki korku… O gözleri unutamıyorum.”

Öğretmenin verdiği Narin’in defterini karıştırırken yüreğim sızladı. Küçük kız resimlerinde hep gökyüzünde uçan kuşlar ve pencereden dışarı bakan küçük bir kız çizmişti. Pencerelerin hepsinde demir parmaklıklar vardı.

BÖLÜM III: BİR KIŞ MASALI

Yaşlı bir köylü kadın, Ayşe nine anlattı Narin’i.

“Kardan adam yapmayı çok severdi,” dedi titreyen sesiyle. “Geçen kış, bahçemde kardan kız yapmıştı. ‘Bu sensin teyze’ demişti. Sonra sormuştum ona, ‘ya sen neredesin bu resimde?’ diye. ‘Ben uzaklara gittim’ demişti. O gün anlamamıştım ne demek istediğini.”

Köyün bakkalında çalışan genç, Narin’in son günlerini hatırlıyordu.

“İki hafta önce gelmişti buraya. Bir defter almak istemişti. Parası yoktu. Annesi Yüksel Hanım duyarsa kızarmış. Verdim ona defteri. ‘Büyüyünce öderim abi’ dedi. O gülümsemesi vardı ya… İçinizi ısıtırdı.”

Yavaş yavaş köyün sokaklarında dolaşırken, insanların fısıltıları çalınıyordu kulağıma. Kimse açıkça konuşmuyordu, ama herkes bir şeyler biliyordu. Güran ailesinin evinin önünden geçerken, yüksek duvarlarla çevrili bahçeyi gördüm. Evin pencerelerinden birinde bir kadın silüeti belirdi ve hemen perdeyi çekti.

O gece kaldığım küçük pansiyonda, toplanan bilgileri yazarken ellerim titriyordu. Narin’in hikâyesi, sadece bir çocuğun trajik sonu değil, bir sistemin, bir anlayışın, bir suskunluğun hikâyesiydi aynı zamanda.

BÖLÜM IV: KAYBOLUŞ

Soğuk bir nisan sabahı, köyde bir hareketlenme olmuştu. Narin kayıptı. Önce kimse telaşlanmamıştı. Anne Yüksel’in “komşuya gitmiştir” dediği söyleniyordu. Ertesi gün, Salim Ağa jandarmaya haber vermişti. Arama çalışmaları başlamıştı, ancak köyün etrafındaki geniş arazide küçük bir kız çocuğunu bulmak kolay değildi.

Basına ilk yansıyan haberlerde “ailesi tarafından aranan küçük kız” ifadeleri kullanılmıştı. Gazeteci olarak o ilk haberleri takip etmiştim, ama henüz olayın derinliğini kavrayamamıştım.

Köye vardıktan sonra, aramaya katılan jandarma çavuşuyla konuştum.

“İlk gün geldiğimizde tuhaf bir şey fark ettim,” dedi çavuş, etrafı kolaçan ederek. “Anne telaşlı görünüyordu, ama gözlerinde… nasıl anlatsam… korku vardı. Ağabey Enes, sinirli ve gergin davranıyordu. Amca Salim ise soğukkanlıydı, aşırı sakin.”

Dört gün süren aramanın sonunda, Narin’in cansız bedeni köye üç kilometre uzaklıktaki dere kenarında bulundu. İlk incelemelerde boğulduğu düşünülse de, otopsi raporları başka bir gerçeği ortaya çıkardı: Narin, dereye atılmadan önce şiddetli darbeler almıştı.

Köye döndüğümde, sessizlik daha da derinleşmişti. Kimse konuşmuyordu. Kapılar yüzüme kapanıyordu.

BÖLÜM V: DUVARLAR VE FISILTILAR

Köyün kahvesinde oturup çayımı yudumlarken, yaşlı bir adamın yanıma oturmasıyla irkildim.

“Sen o gazetecisin değil mi?” diye sordu.

Başımı salladım.

“Sana anlatacaklarım var, ama burada olmaz. Geçen ay, Salim’in evinden çığlıklar duyulmuştu. Bağıranın Narin olduğunu biliyorduk. Ertesi gün çocuk okula gelmedi, bir hafta boyunca kimse görmedi onu. Sorduğumuzda ‘hastalandı’ dediler.”

“Neden kimseye söylemediniz?”

“Kime söyleyecektik kızım? Burada kanun, Salim’in dediğidir. Karakola gitsen, jandarma komutanını avda görebilirsin Salim’le. Çocuk dediğin büyür, kızım. Bizim burada aile içi mesele dışarıya anlatılmaz.”

İçimde bir şeyler paramparça olurken, defterime yazıyordum: “Burada adalet, sadece güçlü olanın yanında.”

Yerel karakola gittiğimde, genç bir uzman çavuşun tedirgin bakışlarıyla karşılaştım.

“Soruşturma devam ediyor hanımefendi. Size bilgi veremem.”

“Çavuşum, bir çocuk öldürüldü. Bu olayın arkasında ne var?”

Sessiz kaldı önce. Sonra, “Burada bazı aileler vardır,” dedi. “Onların nasıl işlediğini siz Ankaralılar anlamazsınız. Doğu başkadır.”

O gün, adliyede savcıyla görüşmeyi başardım. Genç savcı, dosyayı inceliyordu.

“İlk ifadelerde herkes birbirini suçluyor,” dedi. “Anne, amcayı; amca, anneyi; ağabey ise ‘ben evde değildim’ diyor. Ama fiziksel deliller, hepsinin olay yerinde olduğunu gösteriyor.”

BÖLÜM VI: KAR ERİYOR

Yerel gazetelerden birinin arşivine ulaştığımda, Güran ailesinin geçmişte de benzer olaylarla gündeme geldiğini öğrendim. On yıl önce Salim’in kızı intihar etmişti. Soruşturma çabuk kapatılmıştı. Köyde dedikodular vardı, ama kimse açıkça konuşmamıştı.

Anne Yüksel’in ailesiyle konuşmayı başardım. Yaşlı babası, “Kızım kocası öldükten sonra kayınbiraderinin evinde kalmak zorundaydı,” dedi. “Bizim oralarda dul bir kadının tek başına yaşaması ayıptır. Ama Salim… O adam hep sert olmuştur. Torunuma kendi çocuğu gibi davranacağına söz vermişti. Sözünü tutmamış.”

Anne Yüksel’in ilk ifadelerindeki çelişkiler, zamanla yerini itiraflarına bırakmıştı. Baskı altında olduğunu, Salim’in istediği her şeyi yapması gerektiğini, aksi takdirde oğlu Enes’i de kaybedeceğini söylemişti. Narin, amcasının “namusuna leke sürdüğünü” iddia ettiği bir olaydan sonra şiddet görmüştü.

Adli Tıp raporlarını görebilmek için günlerce uğraştım. Sonunda ulaştığımda, içinde yazanlar tüylerimi ürpertti. Narin, ölmeden önce uzun süreli fiziksel şiddete maruz kalmıştı. Vücudunda eski ve yeni darp izleri vardı.

Köyde son günümde, Narin’in öğretmeni Zehra Hanım, kızın son çizdiği resmi verdi bana. Resimde, beyaz bir kar yığını üzerinde iki siyah nokta ve yarım ay şeklinde bir çizgi vardı. Altında “Kardan kızın gülümsemesi eriyince, gökyüzüne uçar” yazıyordu.

BÖLÜM VII: ADLİYENİN MERDİVENLERİ

Tutuklamalar, olaydan neredeyse iki hafta sonra gelmişti. İlk başta sadece amca Salim gözaltına alınmış, ardından ifadelerdeki çelişkiler nedeniyle anne Yüksel ve ağabey Enes de tutuklanmıştı. Sonrasında aile çevresinden beş kişi daha…

Mahkeme süreci başladığında, davayı izlemek için tekrar Diyarbakır’a gitmiştim. Adliye binasının soğuk koridorlarında, farklı dünyaların insanları karşı karşıya geliyordu. Bir yanda Güran ailesi ve destekçileri, diğer yanda Narin için adalet isteyen sivil toplum örgütleri.

Duruşma salonunda, Yüksel’in gözlerindeki boşluk dikkatimi çekmişti. Ağabey Enes, yere bakıyordu sürekli. Amca Salim ise, sert bakışlarıyla hâkimi bile etkilemeye çalışır gibiydi.

Tanık olarak dinlenen komşu Fatma Kadın’ın ifadesi salonda şok etkisi yaratmıştı: “O gece evlerinden çığlıklar duydum. Sabaha karşı Salim’in arabasının çalıştığını işittim. Ertesi gün Yüksel’i gördüğümde gözleri ağlamaktan şişmişti, ama ‘Narin teyzesine gitti’ dedi.”

Köy muhtarı Kemal’in ifadesi de çarpıcıydı: “Salim beni aradığında, ‘bir sorun var, hallettim ama senin de bilmen lazım’ dedi. Narin’in kaybolduğunu iki gün sonra öğrendim. Aramaya çıkmamız için baskı yapan Salim’di, sanki nerede olduğunu biliyormuş gibi…”

BÖLÜM VIII: KARIN ALTINDA

Hikâyeyi tamamlamak üzere tekrar köye döndüğümde, kış çoktan gelmişti. Beyaz bir örtüyle kaplıydı her yer. Köy meydanındaki çay ocağında, artık insanlar benimle daha rahat konuşuyordu. Amcanın tutuklanması, sanki bir korku perdesini kaldırmıştı üzerlerinden.

“Narin iyi bir çocuktu,” dedi bakkalın yanındaki yaşlı kadın. “Bazen buraya gelir, kar yağdığında kardan kadın yapardı. ‘Kardan kadınlar üşümez, acımaz’ derdi. Ne demek istediğini şimdi anlıyorum.”

Mahkeme kayıtları, ifadeler ve tanık beyanları, korkunç bir tabloyu ortaya çıkarmıştı. Salim’in baskısı altında bir aile, kendi içinde çürüyen ilişkiler, suskunluğa mahkûm edilen bir çocuk… Ve sonunda o korkunç gece: Salim’in öfke nöbeti, Narin’in direnmesi, annenin çaresiz sessizliği, ağabeyin katılımı…

Sonunda mahkeme, üç sanığa da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Gerekçeli kararda, “planlı ve canice işlenen” cinayetten bahsediliyordu.

BÖLÜM IX: GÖKYÜZÜNDEKİ KUŞ

Reportajımı tamamladıktan sonra, son kez Narin’in mezarını ziyaret ettim. Küçük, sade bir mezardı. Üzerinde henüz taze çiçekler vardı.

“Öğrencileri getirdim buraya,” dedi arkamdan yaklaşan öğretmen Zehra Hanım. “Her hafta geliyoruz. Unutulmasın diye. Tekrar yaşanmasın diye.”

Mezar taşına dokundum. Soğuktu. Kar taneleri düşmeye başlamıştı.

“Narin kar yağdığında hep pencereden bakardı,” dedi öğretmen. “Bir keresinde sordum ona, neden dışarı çıkıp kartopu oynamıyorsun diye. ‘İzin vermiyorlar öğretmenim, kirlenirim diye’ demişti. Şimdi düşünüyorum da, belki de morlukları görmemizi istemiyorlardı.”

Defterime son notlarımı düşerken, içimdeki öfke ve keder birbirine karışıyordu. Bir toplum olarak hepimiz suçluyduk. Duymadığımız çığlıklar, görmediğimiz yaralar, umursamadığımız korkular…

Mezarlıktan ayrılırken, gökyüzünde uçan kuşlara baktım. Narin’in resimlerindeki kuşlar gibiydi. Özgür ve uzakta.

Bu hikâyeyi yazarken amacım sadece bir trajediyi anlatmak değil, bir çağrıda bulunmaktı: Çocuklarımızı koruyalım. Sadece kendi çocuklarımızı değil, tüm çocukları. Çünkü her çocuk biraz Narin’dir ve her birimiz onların sesini duyabilecek kadar yakınızdır. Yeter ki kulaklarımızı tıkamayalım.

Bir Cevap Yaz

Bir Cevap Yaz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *