«
  1. Anasayfa
  2. Gerçek Yaşam Hikayeleri
  3. ON ÜÇÜNCÜ ODA

ON ÜÇÜNCÜ ODA

Yaşanmış Hikayeler

ON ÜÇÜNCÜ ODA / Yaşanmış Hikayeler

Yaşanmış  Hikayeler kategorimizde sizlere ibretlik hikaye, gerçek hayat hikayeleri, yaşanmış hüzünlü bir hikaye paylaşmak istedik. Sevdiği eşini kaybeden bir adamı ve sonrasını anlatan hüzünlü bir aşk hikayesi olan “On Üçüncü Oda” isimli Hikayeyi mutlaka okumanız gerek


Karısının ölümü onun sakin mecrasına düşmüş hayat tarzını birden bire bozmuştu. Bu ana kadar ömür, talih, dünyanın öncesi sonu konusunu düşünmemişti. Fakat bu ölüm karanlığa çakılan şimşek gibi bir anlığına alışıp sönmekle dünyanın hangi semtinde olduğunu hatırlattı.

Karısının ölümünden sonra onu en çok rahatsız eden annesiz kalan çocuğunun talihiydi. Ne hoş ki, hele onun aklı henüz kesmiyordu. Çocuktu, yoksa onu avundurmak da zor bir iş olurdu. Çocuğu kreşten çıkarıp köye, annesinin yanına götürmüştü.

Şimdi ayda, iki ayda bir zaman buldukça gidip ilgileniyordu. Biliyordu ki, annesi çocuğu avucunun içinde tutuyor. Çocuk da ninesini çok seviyordu, ancak yine de dünyanın çilekeş yaşamına boşuna düşmemiş bu yavrunun annesiz olduğunu düşündükçe ona ve kendisine acıyası geliyordu.

Metronun önü yine kalabalıktı. Metrodan henüz çıkmış olan oğlan ve kızın sohbetini adamakıllı işitiyordu:
–…Utancımdan az kalsın yer yarılıp yerin içerisine girecektim. Oğlan susuyordu.
–…Sen kasten benim annemle babama hakaret etmek için o adamları seçip göndermişsin.
Oğlan suskunluğunu bozmuyordu.
–…Ben senden geçemedim. Yoksa getirdikleri yüzüğü kafalarına vururdum.

Böyle sohbetleri hiç bir zaman unutamıyordu. Aksine duydukları beyninde dönüp dolaşarak içini ısıtıyordu, gece rüyalarına giriyordu. Sonra o adamlar hafızasında masallaşıyordu, duydukları ile uydurduklarını birbirinden ayıramıyordu.

Tanımadığı bu oğlanla kızın sohbeti bir an için geçmişe götürdü. Onun için kullanılmaz, dönülmez olan bu ömür birden bire yüreğini keder ile doldurdu. Şehre geldiği ilk günler Mehpare adlı bir kız ile tanışmıştı.

Kız nişanlı olduğu halde onunla görüşüyordu. Bir hafta içerisinde ona öyle ısınmıştı ki, sanki bin yıldır beraber yaşıyorlardı. Kız: ‘‘Götür, nereye istiyorsan götür beni,

– o kalleşin suratını görmek istemiyorum. Bu yakınlarda düğünümüz olmalı. Al kaçır beni, üç gün tut, sonra canın nasıl isterse, öyle yap, başka hiçbir şey istemiyorum.

Kıza acıdıysa da elinden bir şey gelmemişti. Sonraki kaderinden de haberi yoktu. Sadece bir defa kucağındaki bebekle sokakta rastlamıştı. O zaman da yaklaşmamıştı.

İyi kötü kaderi ile barışmış bu kadını uzak, unutulmuş günlerin hatıraları ile bu gününden koparmak istememişti. Bu da matbaanın binası

– karısının eski işyeri. Her akşam bu binanın önünden geçtiğinde insanların işten çıkış vaktine denk geliyor. Karısını sabah akşam işe götürüp getirdiğinden onu burada tanımayan yoktu.

Şimdi ise bu adamlardan hiç birisiyle yüz yüze gelmek istemiyordu.

Geçen hafta karısının arkadaşı Zeriş’le karşılaştı. Selam verip geçmek istedi. Ama Zeriş onu durdurdu, hal hatır sordu, çocuğu sordu. O ise sustu, ağzını açıp bir kelime konuşmadı.

Bir zamanlar Zeriş onlara sık sık uğrardı; bayramları bir yerde geçirirlerdi. Karısının ölümünden sonra ise Zeriş bir defa bile onlara gelmemişti. İşte arada sırada bu yolda, işten çıkış zamanı karşılaşıyorlardı. Çok zaman da başını öne eğip geçmek istiyordu.

Geçmişle ilgili hiç bir şeyi hatırlamak, hiç kimseyle yüz yüze gelmek istemiyordu. Fakat olmuyordu. Bazen hiç tanımadığı, ama yüzünün hangi çizgisiyse tanıdık gelen birisiyle karşılaştığında da elinde olmadan geçmiş yıllara dönüyordu, karısıyla beraber yaşadığı günleri hatırlıyordu.

Burası da doğumevi…

Her defa o acı ölümü hafızasında tazeleyen doğumeviydi, aksi gibi her gün işe gidip döndüğünde yolu buradan geçiyordu.  İlk çocuğu doğduğunda şiddetli kar yağmıştı. Sabah erkenden gelip hastanenin önünü kesmişti.

Kızı olduğunu duyunca hoşuna gitmese de, o kadar da farkına varmamıştı. Hayatın daha başında olduklarını, acı ve güzel günlerin önde olduğunu düşünerek teselli bulmuştu. Her gün evden getirdiklerini mektupla birlikte kapıcıya veriyor, kapıcı da karısından cevap getiriyordu, böylece haberleşiyorlardı.

Geçen hafta kağıtlarının arasından karısının özenle koruyup sakladığı o mektupları bulmuştu. Karısı yazıyordu ki, para göndersin, daha başta hemşirelere versin ki, çocuğun göbeği iyileşmeden koparıp müjdeye gelmesinler.

O da parasızlığını bahane ederek doktora para vermemesini, işin zor tarafının çocuğun doğumu olduğunu, doğumdan sonra hiç kimseye bir şey vermeye gerek olmadığını yazmıştı…

Çocuğun doğumunda dışarıda oturup beklememişti. Doğum sonrasında karısı o kadar kan kaybetmişti ki, acilen kan vermek zorunda kalmışlardı. Şansa da hastanede aynı kan grubundan yokmuş.

Kapıya çıkıp onu aradıysalar da bulamamışlardı. Sonra hangi hemşire ise insafa gelerek kendi kanından hastaya verilmesine razı olmuş. ‘‘Acaba, o hemşire yine çalışıyor muydu?.. Aklına geliyor mu ki, bir zamanlar ölüm ayağında kimeyse kan vermiş, hayat vermiş…’’

Karısı sonralar tüm bunları

–aynı gün onu hastaneye bırakıp döndüğünü, gece hiç olmazsa, bir telefon açarak hal hatır sormamasını- yüzüne vurmamıştı. İkinci çocuk doğduğunda karısına operasyon yapmışlardı. Gecenin bir vaktinde ambulansla gelip onu doğum evine götürmüşlerdi.

Doktor çocuğu çıkarmak için cerrahi ameliyata almış ve iş bitmeden karısı ölmüştü. O zaman da ne kadar uğraşmasına rağmen onu doğum evine bırakmamışlardı. Cesedi sedyede de getirip arabaya koymuşlardı.

Bu durum onun için o kadar beklenilmezdi ki, bir türlü olanlara inanamıyordu. Sedyede getirilip arabanın bir köşesine koyulmuş ölüye baktıkça, ona öyle geliyordu ki, dehşetli, amansız bir rüya görüyor. Çünkü ölüm böyle ani, beklenilmez şekilde insanın hayatına giremezdi, insan ölüme hazırlanmadan teslim olamazdı.

Ona öyle geliyordu ki, şimdi karısının hep düşünceli olan göz kapakları aralanacak, o, kederli bakışlarıyla hayran hayran onu –kendi kocasını- süzecektir. Bu bakışlarda her zamanki hayranlığın yanında, hafif bir kınama sezilse de, o bunu hiçbir zaman dile getirmeyecek, yüze vurmayacak, aksine büyük bir günah işlemiş gibi özür dileyecek.

Diyecek ki, ‘‘…bağışla beni, sana bir oğlan çocuk vermek istiyordum. Başaramadım, ne yapayım, başaramadım…” Sanıyorsun senin ne düşündüğünü, ne istediğini bilmiyor muydum?…

Dedim, çok yalvardım ki, çocuğu bir şekilde kurtarsınlar. Ama dinlemediler benim sözümü. Gözümün önünde parça parça doğradılar. Beni bakmaya bırakmıyorlardı. Gözlerimin önüne beyaz örtü çekmişlerdi. Sonra o örtü dönüp kırmızı oldu.

Ama örtüden de görüyordum. Görüyordum ve bütün bedenimle körpenin başına ne getirdiklerini duyuyordum. Kollarını kestiklerinde kollarım güçten düştü, ayaklarını kestiklerinde baktım ayaklarım buza dönmüş.

Kesip parça parça buz gibi leğene atıyorlardı. Sanki körpenin içine doğmuşmuş. Doktor bıçağı eline alır almaz rahmime öyle bir kısıldı ki, aklım başımdan gitti…Sonra körpenin çığlığından başka hiç bir şey duymuyordum…

’’ Sanki ölüm içine doğmuştu, hamile kaldığından beri yüreğine siyah bir vahamet dolmaktaydı.
– Diyeceğim, beni on üçüncü odaya alsınlar. Geçen defa da o odada kalmıştım, karısı doğumevine gitmeden böyle diyordu.

– Bu sefer de on üçüncü odaya yatırılmıştı. Bu bina onun için gizemliydi. Bir zamanlar karısı bu binanın deniz tarafındaki –karısı camdan görünen deniz hakkında hayranlıkla konuşurdu

– on üçüncü odada yatmış, nefesini bu odanın havasına katmıştı.

Her defa doğum evinin önünden geçtiğinde içeri girmek, bir zamanlar karısının kaldığı o odayı, uyuduğu yatağını, eşyalarını koyduğu ufak yemek dolabını, üstünde gezdiği döşemeyi görme isteği dalga gibi içinde kükreyip kalkıyor, ona azap veriyordu.

Gayri ihtiyari doğumevinin önünde durmuştu. Yine eskisi gibi kapılar kapalıydı. Hastasıyla görüşmek isteyenler oraya buraya atılıyor, doğumevinin etrafında turluyorlardı. Aşağıda, kaldırımın kenarında yeşil renkli bir araba durup bekliyordu.

Arabanın açık camından içerde oturmuş kadının heyecanlı suratı aynen fark ediliyordu. İlki doğduğunda o da böyle yoldan bir araba bularak karısıyla çocuğunu doğumevinden çıkarana kadar burada bekletmişti.

Kafasını kaldırınca kendini giriş kapısıyla yüz yüze buldu. Sanki hangi gizli bir kuvvetse onu kendinden alıp götürüyor, başka hiç bir şey düşünemiyordu. Yavaşça kapıyı çaldı.

Ses gelmeyince birkaç kere daha kapıya vurdu ve çok geçmeden ayak sesleri, sonra kilide sokulan anahtar sesi duyuldu. Kapıyı açtılar. Aynı kadın… aynı tanıdık surat… Ne desin? Nasıl anlatsın? Biliyordu ki, içeri girilmez.

Çok kesin biliyordu ki, ağzını açar açmaz kapıyı yüzüne kapatacaklar ve kim bilir üstelik ağır bir küfür de duyacak. Peki neden duruyor, neden bekliyor?

Kapıcı kadın da bir şey söylemek istemiyordu, öylece melun melun bakıyordu. Kadının soğuk bakışlarından hissetti ki, onu unutmuş, unutmamışsa da kim olduğunu hatırlayamıyor.

Ama bu soğuk bakışlara bir anda uzak, duyulmaz bir merhamet kondu. Cesaretlenerek:
– İçeri girmek istiyorum, – dedi.

– On üçüncü odaya, mümkünse.Kapıcı kadın kenara çekilerek ona yol verdi. Onun için gizemli, geçilmez olan bu kapının böyle kolay açılacağına inanamıyordu.

Sanki yabancılaşmış tamamen bambaşka birisi olmuştu… Kendi ise kenara çekilip bütün bu olanları seyrediyordu. Merdivenleri çıktığında öyle halsizdi ki, sanki uzun bir hastalıktan sonra yataktan kalkmıştı. Merdivenin korkuluklarına tutunmasaydı düşecekti.

Düşecekti ve bir daha ayağa kalkamayacaktı. Duvarlar sırlı olduğu kadar ona tanış geliyordu. Uzakta, alaca karanlık dehlizde nöbetçi hemşire oturmuştu. Odayı sormaya gerek yoktu. Oda numaraları kapıların üzerine yazılıydı: 7, 8, 9, 10…Üçüncü kata çıkmalıydı.

‘‘Neydi acaba o hemşirenin adı? Bilseydi sorardı. İki yıl ne ki… Büyük ihtimalle hâlâ burada çalışıyor. Ama maalesef, onun adını bilmiyor…’’ Yeniden merdivenleri tırmanmaya başladı: 11, 12 ve nihayet 13. Bir anda her şeyi unutmuştu.

Ona öyle geliyordu ki, karısı yavrusuyla beraber uzanmış, kapıyı açınca hemen onları görecek. Önce çocuğunu kucağına alıp doyuncaya kadar seyredecek, yüzünde gözünde kendindekine benzer özellikler arayacak. Sonra karısının halini ehvalini soracak.

Karısı onsuz sıkıntı çekip çekmediğini soracak, evi çok özlediğini, en yakın günlerde hastaneden çıkacağını söyleyecek… Çektiği azaplar rüya gibi, yorgunluk gibi unutulup gidecek.

– Hissetti ki, bütün bedeni titriyor.
– Kapıyı yavaşça çaldı.
– İçerden ses geldi mi, gelmedi mi?
– Hiç birşey duymadı.
– Yavaşça kapıyı iteleyip açtı.
– Genç bir kadın karyolaya uzanmıştı.
– Geçip bir köşede oturdu.
– Neyse söylemeliydi, ama söylemedi.
– Kadın da neyse sormalıydı, ama sormadı.

Ufak, düzenli, tek kişilik odaydı. ‘‘Demek, karısı bu yatakta uyumuş, ağrılarını hafifletmek için ellerini bu yatağın soğuk demirine dayamış, uykusuz gecelerinde tavanın çizgileri, nişaneleri hafızasına kazınmış, onun kendi eliyle hazırlayıp getirdiklerini bu odada yemiş, mektuplarına cevabı işte burada yazmış…’’

Eliyle yatağa öyle dokundu ki, sanki canlı kelebeğe dokunuyordu ve bir anda döküleceğinden korkuyordu. Şimdiyse bu odada başka birisi uyuyor. Öyle sakin, öyle rahat uzanmış ki, iki yıl, hatta iki hafta öncesine kadar burada kimlerin uyuduğundan habersizdi.

O anda, bu mekanda yalnız kendini, kendi çocuğunu düşünüyor. Bilmiyor ki, yeryüzü sadece kendinden ve çocuğundan ibaret değil. Bilmiyor ki, uzandığı bu yatağı da yaşadığı dünya gibi, ömür gibi gelip geçici, yarın burada bir başkası uyuyacak, daha sonra başka birisi…Bilmiyor ki, dünya bin yıldır fırıldak gibi…

Teklif beklemeden pencerenin karşısındaki sandalyeye oturdu. Deniz öyle yakındı ki, dalgaların kımıldayışı hissediliyordu. Batmakta olan güneşin kan renkli şafaklarının sindiği denizin koynunda bir gemi durmuştu.

Dalgaların okşadığı bu beyaz gemi dünyanın sonsuzluğunu, ulaşılmazlığını hatırlatıyordu, ayrılık getiriyordu, keder getiriyordu.

Ona öyle geldi ki, o akşam o masum yavrunun daha dünyanın havası dokunmadan bedenine bıçak saplandığında, güneş ışığının bulandırmadığı duru gözleri açılmadan kapandığında da denize böyle sırlı, mucizeli bir karanlık çökmekteymiş.

Dayanamadı. Sanki her şeyi gözlerine, hafızasına yığmak için son defa…son defa odayı gözden geçirip ağır ağır kapıya yöneldi.

– Siz kimi arıyordunuz ki? Kalkıp yatağının içerisinde oturmuş olan kadın halsiz halsiz sordu. Sesten tiksindi. İçerde birisinin olduğunu sanki yeni fark etmişti.
Arkaya dönmeden:
– Hiç kimseyi, dedi, artık hiç kimseyi…
Kapıyı açıp koridora çıktı.

Yazar: Vagif SULTANLI ( Fikir Sanat ve Edebiyatta ” TÖRE ” Dergisi)

Yaşanmış Hikayeler kategorimize ait “ON ÜÇÜNCÜ ODA” isimli, Gerçek Yaşam Hikayesi okudunuz, Yorumlarınız bizim için Çok değerli, yorumlarınızı bekliyoruz.


İlginizi Çekecek Hikayeler


Hikayeler Kategori

Kısa Hikayeler
İbretlik Hikayeler
Dini Hikayeler
Aşk Hikayeleri
Başarı Hikayeleri
Gerçek Yaşam Hikayeleri
Sizden Gelen Hikayeler
Yaşam Tadında Kısa Hikayeler (Youtube)

İlginizi Çekecek Hikayeler

Bir Cevap Yaz

Bir Cevap Yaz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *

Yorumlar