«
  1. Anasayfa
  2. Keloğlan masalları
  3. Keloğlan ile İki Padişah

Keloğlan ile İki Padişah

keloğla masalları oku

Keloğlan ile İki Padişah / Kelogla Masalları Oku

Türk Masalları Kahramanı Keloğlan, Türk masallarının en popüler kahramanlarından biridir. Keloğla masalları oku, genellikle çocuklar için yazılmış masallar, komik ve eğlenceli hikayelerdir. Keloğla, güçsüz ama cesur ve akıllı bir kahramandır. “Keloğlan ile İki Padişah” Keloğla masallımızı  altda bulunan Türk masalları videomuz ile dinleye bilirsiniz.

https://www.youtube.com/embed/VspBCaR5uJ4


Bir varmış, bir yokmuş Tanrı’nın kulu çokmuş. Çok yemesi, çok demesi günahmış.

Vaktin birinde bir öksüz, kimsesiz Keloğlan varmış. Nerede akşam orada sabah, katıksız ya- van, bulunca yer, bulamayınca da sırtüstü yatar, yıldızlan seyredermiş. Gökyüzünde ne var, ne yok, Demirkazık han gisi, Ülker Terazi hangisi, Akrep ne yanda, kürsü ne yön. de, hepsini arar bulurmuş. Ana yok, baba yok, sırtına bir yama vuran, eline bir dilim ekmek veren de yokmuş.

Bu Keloğlan, ekmeğini taştan, aşını da işten çıkarmayı küçük yaşından öğrenmiş. Yaşıtları, akranları sokak aralarında birdirbir oynayıp zipzıp yuvarlarken, sırtına ağır yükleri yüklenip alnından ter sızdırarak çalışmasını, düşünüp taşınmasını adım adım öğrenmiş de, karanlık gecede kara taşın altındaki kara karıncayı bilir, arayınca da bulur olmuş.

Bu Keloğlan günün birinde padişahın sarayı önünden geçiyormuş. Bakmış ki, pencerede bir kız oturur. Kız değil ay parçası, doğan aya sen dur da yerine ben doğayım di- yor. Keloğlan’dır durakalmış. Bir hoş olmuş. Üçyüzaltmış damarından ateş yürümüş. Kanı kaynamış coşmuş, ayakları da duvarın dibine saplanıp kalmış.

Keloğlan sağa gide- cek olur, ayakları döner, pencerenin dibine gelirmiş. Sola yürüyecek olur, ayakları başının hükmünü dinlemezmiş. Akşama kadar ne yana gitmişse, dönüp dolaşıp pencerenin önüne gelmiş. Bir başka şey edemez, düşünemez olmuş. Ateşi gizliymiş, yüreğinin derinindeymiş, ama ah ettikçe tepesinden dumanlar çıkarmış.

Akşamüzeri padişah avdan dönerken, bu Keloğlan’ı hayran şaşkın, pencerenin dibinde dikilir bulmuş. “Ne ararsın a Keloğlan pencerenin dibinde?” diye sı- kılayıp sorunca, Keloğlan’dır bu, dünyada bir garip başı ile bir yırtık peşi var, başında poşusu, kimseden de korkusu yok.

Dosdoğru cevap vermiş: “Padişahım, Allah devletini artırsın, ömrünü uzun etsin! Ben senin kızını pencerede gördüm, âşık oldum, ona tutuldum da buralarda dolanıyorum…” demiş, açıkça içindekileri dökmüş.

Padişah Keloğlan’ın böylesine korkusuz, pervasız, hem de saygısız olup haddini hududunu bilmeyişine sıkılmış, sonra içerlemiş, sonra da gide gide gazaba gelip hırsından saçlarının her bir teli mızrak gibi dikilmiş. Hemen buyruk vermiş, Keloğlanı sarayının zindanına attırmış.

O devirler ne devirler! Kanun yok, mahkeme yok. Tanrı’nın az, padişahların çokluk olduğu devirler.

Padişahın astığı astık, kestiği kestik. Dilerse buyurur abat eder, dilerse kayırır berbat eder. Kim- se çıkıp da ağzını açamaz, sorgu sual edemez, iki satır yazı yazamazmış. Üstelik bu Keloğlan ortalıkta dımdızlak, sivri küläh, arayanı yok, soranı yok, kimi kimsesi yok.

Padişahın dersen işi çok, Keloğlan’ı zindanda unutmuşlar. Tam yedi yıl karanlık zindanda tek başına düşünmüş, bunalıp kalmış.

Günün birinde, Hind padişahından, bu ülkenin şahi- na bir mektup gelmiş. İçinde yazmış ki: “Sana bir değnek gönderiyorum. Bunun hangi başı kalın? Bildinse bildin. Bi- lemedinse vaktine hazır ol. Yer götürmez asker ile üzerine seferim var.”

Padişah mektubu okumuş, gönderilen değneği gözden geçirmiş. Çevresinde vezir vüzerası peşpeşine muayene etmişler, bakmışlar ki, tornadan çıkmış gibi iki başı denk, düpedüz bir değnek.

Marangozlara ölçtürmüş, kuyumculara tarttırmış, akıldanelere göstermiş. Ak sakal, kara sakal çağırtmışlar. İçlerinden hiçbiri bu değneğin hangi başının kalın olduğunu bilememiş.

Padişahtır, bunalmış, en sonun da kızına akıl danışmış. O da hemen: “Aman padişah babacığım, zindanda bir Keloğlan olacak, bir de ona danışalım…” demiş. Kız hemen zindana inmiş, kapıları açtırmış, bu Keloğlan’ı bulmuş da, olanları bir bir anlatmış. Keloğlan’dır bu…

Vaktiyle nice değnekler yontmuş, nicelerini kırmış ve nicelerinden de atlamış. Ke- loğlan dinlemiş, hem de gülmüş, sonra da demiş ki: “Bundan kolay ne var, a padişah kızı! Git babana selâm söyle, o değneği suya atın. Hangi yanı daha kalınsa, o yanı suya batar. Hem de şunu unutmasın: Elde olan, beyde ve de padişahta bulunmaz, sorup sual edilmeden her önüne gelen de hapislere atılmaz.”

Kız sevinmiş, koşmuş babasına, Keloğlan’ın söyledikle-rini anlatmış. Değneği suya atmışlar, batan yanına işaret ko- yup “Bu başı kalındır” diyerek Hind padişahına yollamışlar. Hind padişahı bakmış ki, doğru yana işaret koymuşlar.

“Bunu bildiler. Ama er oyunu üçtür. İki meselem daha var, onları da bilseler gerek…” demiş. Padişaha üç tane at göndermiş. Üçü de aynı soydan, aynı boydan, aynı dondan imiş. Birini birinden ayırmanın mümkünü yok. Bu atlar dan hangisi ana, hangisi tay, hangisi de tayin tayı? İşte padişahın bileceği mesele bu.

Padişahtır, atlara bir bakmış, iki düşünmüş, elini sakalına atmış, taraklaya taraklaya öylece kalmış. Baytarları, at cambazlarını, seyisbaşıları çağırtmışlar. Hiçbiri bilememiş, işin içinden çıkamamış. Padişah, hanim kızına haber salmış, hal keyfiyet böyle böyle. Bu kız, hemen koşa koşa aşağı inmiş, zindanın kapılarını açtırmış.

Keloğlan’a olanları anlatmış: “Aman Keloğlan böyleyken böyle. Üç at geldi, üçünü birbirinden ayıramıyoruz. Hangisi ana, hangisi tay, hangisi tayın tayı? Aman bunun çaresi…” demiş de boynunu bümüş. Keloğlan biraz düşünmüş: “Pek iyi, pek has. Siz sorun, biz söyleyelim. Siz şaşakalın, biz arayıp bulalım. Ama siz yine pufla döşeklerde yatın, biz zindan köşelerinde ömür çürütelim.

Siz yağlıdan ballıdan, biz de kuru ekmekli acı suludan. Hem size yol yordam gösterelim, hem de zindandan kurtulmayalım. Padişaha benden selâm söyle, hanım sultan. O beni bu zindandan çıkarsın, ben de onu bu dar yerden…” demiş.

Kız koşup babasına anlatmış, o da emir salmış, Keloğlan’ı zin- dandan çıkarmışlar. Giydirip kuşatıp huzura almışlar: “Padişahım, bu iş ötekinden kolay. Şimdi buyur, bu atları bir ahıra kapasınlar. Kapısının önüne bir de hendek kazsınlar, içini suyla doldursunlar, anasını, tayını, tayının tayını ayırmak işten değil” demiş.

Padişah, Keloğlan’ın dediklerini hemen buyruk salıp yaptırmış. Herkes avluya birikmiş. Keloğlan’dır, almış eli- ne bir kamçı, ahıra girmiş, kapıları açmış, başlamış atları kamçılamaya. Atların üçü de gelip kapıya yığılmış. Önce biri kapıda durmuş, başını sağa sola yatırmış, ön ayakla rını kırdığı gibi hendeği atlayıp geçmiş. Keloğlan seslen miş: “Bu geçen anaç attır!” demiş.

Yine kamçılamış, bu sefer de biri kapıdan fırlamış, hendeği geçmiş. Keloğlan yine seslenmiş: “Bu geçen de onun tayıdır!” Yine kamçılamış, bu sefer de en geride kalan geçmiş hendeği. Keloğlan da yine seslenmiş: “Bu gelen de tayin tayıdır.”

sıçrayıp Avluda dikilip olup bitenleri seyredenler, Keloğlan’ın marifetine parmak ışırmışlar. Seyisler davranıp hemen bu atlara işaretler koymuşlar, Hind padişahına göndermişler.

Hind padişahı bakmış ki, bu da doğru. Tutmuş bir mektup yazmış: “Memleketin büyüğü, akıllısı, hem de sakallısını gönder. Sorguya çekmem gerek” diye haber yollamış. Pa dişah, memleketin büyüklerini, akıllılarını, sakallılarını, tellal bağırtıp toplamış. Hiçbiri bu işe yanaşmamış.

Padişah, en sonunda Keloğlanı çağırtmış. Olup biteni anlatmış. Keloğlan da: “Ben giderim padişahım, yüzünü ak edecek cevaplar da veririm. Üstüne üstlük Hind padişahını esir alır geli- rim. Ama bu işlerime karşılık kızını bana vereceksin, bu şartla..” demiş.

Padişah da uzun düşünmüş, kısa düşün müş, ölçmüş biçmiş. “Hele bu Keloğlan gitsin bir kere. Sorgu suale cevap verir, ama koca padişahı esir edip getirmek ne mümkün? Elbet sözünü yerine getiremez. Şimdi kızımı verdim derim, sonunda işler yoluna girer” diye Keloğlan’ın şartını kabul etmiş.

Keloğlan, padişahtan bir deve, bir keçi, yol harçlığı para almış. Çıkmış yola. “Memleketin büyüğü, akıllısı, hem de sakallısı geliyor!” diye ulak çıkarmış. Aylar sonra Hind padişahının ülkesine ulaşmış.

Bunu yollarda karşılamışlar, halılara basarak yürümüş, iki yanında padişahın karşılayı askerleri, önünde davul zurna çalınarak saraya ulaşmış. Bir elinde devenin yuları, öteki elinde keçinin ipi, kurula kuru la, iki yanına selâm dağıta dağıta saraya varmış.

Hind padişahı büyük bir heyet beklerken, devenin yularını, keçinin ipini çekerek bir Keloğlan’ın çıkagelişine şaşıp kalmış: “Oğlum, padişahınız, ülkesinin büyüğünü, akıllısını, hem de sakallısını gönderecekti, onlar yollarda mı kaldı?” diye sormuş.

Oğlan deveyi göstermiş: “İşte en büyüğümüz budur, efendim” demiş. Sonra da “İşte bu da sakallımız, efendim” demiş. Sonra da kenkeçiyi göstermiş: kendini işaret etmiş: “Ülkemizin en akıllısı da işte benim. Buyur sor padişahım” demiş de başını dikmiş durmuş.

Padişah da: “Ya öyle mi? Söyle bakalım, gökte yıldız kaç?” deyince bu da: “Tam da benim keçimin kılları kadardır” padişahım, demiş. Padişah da: “Neden malum?” deyince, Keloğlan da:”Saymak size düşer padişahım” demiş. Divanda bulunanlar birbirlerine bakışmışlar, baş başa vermişler, Keloğ lan’ın cevabını kabul ettiklerini bildirmişler.

Bunun üzerine “Dünyanın ortası neresidir?” diye padişah bir soru daha sormuş: “Şu bizim devenin sağ art ayağının bastığı yerdir, padişahım demiş keloğla, Padişah; “Nereden malum?” diyince. “Ölçmek size düşer padişahım…” deyince, divanda bulunanlar birbirlerine bakışmışlar, baş başa vermişler, Keloğlan’ın cevabını kabul ettiklerini bildirmişler.

Bunun üzerine padişah: “Pekâlâ oğlum, bunu da bildin, gel senin bahşişini vereyim…” demiş, elini cüppesinin cebine sokmuş da: “Aç oğlum mendilini,” demiş. Keloğlan mendilini aç- mış, padişah ‘Şıkır şıkır, şıkır şıkır’ diye saymaya başlamış.

Sonra öbür elini öteki cebine sokmuş, bu sefer de “Tikir tıkır, tıkır tıkır’ diye saymış. Keloğlan mendilini dört ucundan çemreleyip tutmuş, gözlerini de dört açmış bekliyor.

Ne elde, ne de mendilde para filan yok. Lâkin padişahın oyununu anlamış da: “Sağ ol, eksik olma padişahım, ne verirsen elinle, o gitsin seninle, keremin kadar şanın şerefin artsın, hazinen çoğalsın eksilmesin…” demiş.

Mendilin dört ucunu içinden para taşıyormuş gibi katlayıp bohçalamış, almış göğsüne sokmuş. Padişah da kendi kendine: “Çok iyi, bu sefer oğ lanı alt edeceğiz. Yutturduk hele…” demiş. Keloğlan etek öpmüş, dışarı çıkmış.

Çarşıya yollanmış. En büyük dükkâna girmiş. Başlamış ayıklayıp seçmeye. Yükte hafif, pahada ağır ne varsa tezgâhın üstüne yığdırmış, top top kumaşlar indirtmiş, denkler yaptırmış. Yattığı hana göndermiş. Sıra hesap vermeye gelmiş. Birkaç saat uğraşmışlar, kalem ka- lem saymış, yekûn etmişler. Çok büyük bir para tutmuş Keloğlan hesaba başını çevirip bakmamış bile.

Göğsünden mendili çıkarmış. Düğümünü çözmüş, kat kat açmış. İçin- den alıp alıp tezgâha “Şıkır şıkır, şıkır şıkır…” diye saymaya girişmiş. Durmuş, bu sefer de “tıkır tıkır, tıkır tıkır…” diye saymaya çevirmiş.

Sonunda iyice yorulmuş, ama ödemeyi de bitirmiş:”Yekunden biraz fazlaca verdim, ama artık üstünü hamama, kahveye verirsiniz, harçlık edersiniz, haydi kain sağlıcakla, Tanrı’ya emanet olunuz!” demiş, yürümüş çıkmış. Dükkândakiler bakmışlar ki bütün o şıkırtı ve de kırtılardan, Keloğlan’ın kurulup kurulup afur tafur et mesinden sonra ortada para falan yok.

Hemen Keloglan’ın peşinden seğirtip yakaladıkları gibi bağıra çağıra kadının önüne çıkarmışlar. Olup bitenlerin hepsini döküp anlatmış ar, hem de şıkırtısı tıkırtısıyla. Sonunda kadı, Keloğlana dönüp sorunca, o da: “Vallahi kadı efendi, şaştım kaldım, sizin bu ülkenizin halkı ne kadar da asi imiş! Padişahınızın verdiği çil çil paraları bunlar kabul etmiyorlar.

Dükkânda ödediğim paraları, padişahınız, vezirlerinin huzurunda, ‘şıkır şıkır, hem de tıkır tıkır’ şu mendilin içine bir bir eliyle saydı; ben de aynen çıkarıp şıkır şıkır ve de tıkır tıkır bunlara ödedim. Nedir davaları anlamadım? Hem padişahın parasını kabul etmiyorlar, hem de bize iftira ediyorlar. ‘Şıkırı mıkırı, tıkın mıkırı’ alsınlar, kabul etsinler” deyince, kadı sakalını bir avuçlamış, kara kaplı kitabını kapatmış: “Bu dava ancak huzurda görülür” demiş, hepsini önüne katıp padişahın huzuruna götürmüş.

Keloğlan, hemen davranmış, söze girişmiş: “Aman padişahım, başıma neler geldi, şu adamların dükkânından öteberi aldım. Sonra sizin bana kendi eliniz- le şıkır şıkır, tıkır tıkır’ verdiğiniz paralarla da bir güzel ödedim, helâlinden bahşiş de verdim.

Bu adamlar ‘şıkırı mıkırı, hem de tıkırı mıkırı kabul etmediler, iftira döşeyip beni dava ettiler” deyince, padişah vezirlerine bakmış, hepsinin başları önlerinde, sakal altından sırıtıyorlar. Bu sefer de Keloğlan’ın üstün geldiğini anlamış. “Hele bırakın bu oğlanı, hakkı var, borcunu ben öderim” demiş. Hepsi huzurdan çıkmışlar.

Keloğlan da ertesi gün sarayın karşısında bir hallaç dükkânı açmış. Gecenin bir vakti, bir sandıkla dükkâna gelmiş. Soyunmuş, bedenini bir güzel zamklayıp pamuk yığınları üzerinde yuvarlanmış. Her yanı pamukla kaplanmış ve çıkıp doğruca saraya gitmiş.

Nöbetçiler bunu görünce korkmuşlar, büzülüp yerlere eğilmişler, el kadar kalmışlar. Keloğlan doğruca padişahın odasına çıkmış. Yatağındaymış. Korkudan ödü patlamış, dili tutulmuş. İçinden “Eyvah, can alıcı geldi, vay başıma!” demiş. Yorganın içine büzülmüş.

Keloğlan demiş ki: “Ben can alıcıyım. Seni yukarıdan istiyorlar. Benimle birlikte geleceksin. Sesini çıkarırsan ümüğünü sıkar, canını hemencecik alırım.”

Padişah korkusundan sapır sapır titremeye başlamış. Keloğlan, bunun koluna girmiş, sürükleye sürükleye gö- türmüş. Merdivenlerden iner, yollardan geçerlerken, nöbet- çiler iki yanlı selâma dururlarmış.

Keloğlan, padişahı getirip dükkândaki sandığa koymuş, kapağını da bir güzel ki- litlemiş. Doğru hana varmış, eşyalarını katırlara yüklemiş, dükkândan da sandığı almış. Daha geceden yola çıkmış.

Aylar geçmiş, yollar aşmış, kendi ülkesine günün birinde ulaşmış. Padişahın sarayına gelip denkleri yıkmış; eşyaları, kumaşları, kat kat, sıra sıra tahtının önüne döküp sermiş. “Buyurun padişahım…” demiş; “bunlar sana hediyem, bunlar da vezirlerine bergüzârım, bunlar da kızına çeyiz, ağırlık…”

Son kalan sandığı açmış da: “İşte bu da Hind padişahıdır, celâlli, kibirli, sorgulu su- alli bir şahtır…” deyince, sandıktan iki kat, el ayak tutmaz, inliye sızlaya birisi çıkmış, padişahın tahtının basamaklarına kapanmış. Kendini öteki dünyada, Azrail’in huzurunda sanıyormuş.

Padişahtır, bunun haline acımış. Keloğlan olup bitenleri baştan sona anlatmış. Padişah emir salmış, davullar dövdürmüş, tellållar çıkarmış, düğün kurdurmuş. Ül- kenin dört bir yanından, komşu ülkelerden konuklar çağrılmış, kırk gün kırk gece dernek olmuş, yenilmiş içilmiş.

Padişahın kızını Keloğlan’a vermişler. Düğünden sonra da Hind padişahını kendi memleketine yol- cu etmişler. Padişah, bu Keloğlan’ı başvezir etmiş, kaygısız kasavet- siz bir köşeye çekilmiş.

Onlar muratlarına ermiş, darısı bizim başımıza denmiş.


Keloğla masalları oku etiketli Keloğlan masalımızı Okudunuz…. Türk masalı Olan bu güzel eğlendirici masal hakkında Yorumlarınız ve paylaşımınız bizim için önemlidir.


Severek Okuyacağınız Masallar


MASAL KATEGORİLERİ
Masal Oku
Dini Masallar
Eğitici Masallar
Türk masalları
Baba Masalları (Youtube)

İlginizi Çekecek Hikayeler

Bir Cevap Yaz

Bir Cevap Yaz

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *